15 Eylül 2011 Perşembe

Çamurlu su içinde ilk hücre oluştu'' iddiası Sahtekarlıktır

Darwin’in evrim teorisine göre cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelmeleriyle meydana gelen hayali bir "ilk hücre" vardır. Darwinizm’e göre her şey bu "ilk hücre" ile başlar. Bütün canlılığın, kelebeklerin, kuşların, aslanların, kartalların, balinaların, tavşanların, geyiklerin ve nihayet teknolojiler üreten, medeniyetler kuran, profesörler yetiştiren, uzaya çıkan, laboratuvarlarda sahip olduğu hücreleri inceleyen insanın da kaynağı Darwinizm’e göre hep bu hayali "ilk hücre"dir.

Darwinizm'e göre bu hayali ilk hücrenin kaynağı ise; bir miktar çamurlu su, zaman ve tesadüflerdir! Darwinizm dinine göre bu üç sihirli(!) ve akıllı(!) güç birleşerek, Nobel ödüllü bilim adamlarının 21. yüzyıl teknolojisinin hakim olduğu laboratuvarlarda bile üretemedikleri, detaylarını anlayabilmek için insanların yarım yüzyılı aşkın bir süredir üzerinde araştırmalar yaptığı, son derece kompleks ve mükemmel mekanizmalara, organellere ve indirgenemez bir kompleksliğe sahip "hücre"yi her nasılsa meydana getirmişlerdir! Dahası, bu üç muhteşem(!) güç birleşerek şu an yeryüzünde gördüğümüz muhteşem canlılığı da meydana getirmişlerdir. Darwinizm dini, işte insanları bu safsataya inandırmaya çalışır.

Oysa bu iddia büyük bir sahtekarlık, büyük bir yalandır.


Aslında Darwin’in ortaya attığı çamurlu suda oluşan bu ilk hücre fantazisi, Darwin dönemi bilimi ve teknolojisine uygun düşmektedir. Darwin’in hücreyi yalnızca içi su dolu bir baloncuk zannettiği dikkate alındığında, bu çocuk masalı da dönemin bilgi ve bilim anlayışından beklenen bir şeydir. Dahası insanlar, hücrenin neye benzediğini bilmediklerinden bu yalana çok daha kolay kanmışlardır. Fakat genetik bilimi ile ortaya çıkan sonuçlar, Darwinizm’in büyük bir yalan olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Şu anki bilgi ve veriler doğrultusunda hücrenin sahip olduğu sayısız proteinden yalnızca tek bir tanesi bile evrim teorisini çürütmektedir. Proteinler üstün komplekslikte yapılardır, tesadüfen oluşmaları imkansızdır. Öyle ki laboratuvarlarda bilinçli, kontrollü ortamlarda oluşturulması bile 21. yüzyıl teknolojisiyle mümkün olmamıştır. Böyle bir yapının tesadüfen çamurlu bir suda oluştuğunu iddia etmek, bilim adına gülünç, hatta akla aykırı bir iddiadır. Amerikalı bilim filozofu Stephen C. Meyer, tek bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalinin imkansızlığını şu sözlerle ifade etmiştir:

Sadece 100 amino asit uzunluğunda kısa bir protein molekülünü oluşturmak için aşılması gereken olasılık engellerini düşünün. Protein zincirinde diğer amino asitler ile birleşmeleri için amino asitlerin öncelikle peptid bağı olarak bilinen kimyasal bağlar kurmaları gerekir. Fakat doğada amino asitler arasında diğer birçok türde kimyasal bağ kurulabilir. Tüm bağlantıların peptid bağlarından oluştuğu 100 amino asitlik bir zincir oluşturma olasılığı kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

İkincisi, doğada her amino asidin kendisine ait aynada yansımasını andıran bir eşi vardır. Biri sol elli L-formunda, diğeri ise sağ elli D-formundadır. Bu birbirinin yansıması olan formlara optik izomerler denir. İşlevsel proteinler sadece sol elli amino asitleri kabul eder, fakat sağ elli ve sol elli izomerler doğada aşağı yukarı eşit sıklıkta bulunur. Bunun dikkate alınması, biyolojik olarak işlevsel bir protein elde etmenin olanaksızlığını daha da arttırır. 100 amino asitten oluşan hayali bir peptid zincirinde tesadüfler sonucunda sadece sol elli amino asitleri kullanma olasılığı (1/2)100 ya da yine kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

Üçüncü ve en önemlisi işlevsel proteinlerin belirli bir dizilimde düzenlenerek birbirine bağlanmış amino asitlere sahip olması gerekir, aynen anlamlı bir cümledeki harfler gibi. Biyolojik olarak 20 amino asit bulunduğu için belirli bir amino asit elde etme olasılığı 1/20’dir. Bu zincir üzerinde bazı alanların birkaç amino aside izin vereceğini düşünürsek (MIT’den biyokimyager Robert Sauer tarafından belirlenen varyanslar kullanılarak), birden fazla işlevsel proteinde fonksiyonel bir amino asit dizilimini rastgele elde etme olasılığının 1065’te bir ihtimal olarak, "yok denecek kadar az" olduğunu görebiliriz. Bu sadece yüz amino asit uzunluğunda bir protein için astronomik büyüklükte bir rakamdır. (Aslında bu olasılık daha da azdır, çünkü doğada bu hesaplamada yer almayan ve proteinlerde yer almayan birçok başka amino asit bulunmaktadır.)

Eğer uygun bağların ve optik izomerlerin sağlanması ihtimali de bu hesaplamaya dahil edilirse, oldukça küçük ve işlevsel bir proteini rastgele elde etme olasılığı o kadar az olur ki, milyarlarca yıl yaşında bir evrende bile bu gerçekten sıfır sayılır (10125’te bir ihtimal). Dahası, işlevsel bir DNA’nın tesadüfi olarak elde edilmesinde benzer ciddi zorluklar olduğunu hesaba katmak gerekir. Bunun yanı sıra, en alt düzeyde kompleks bir hücrede 1 değil, en azından 100 kompleks protein bulunması gerekir (ve DNA ile RNA gibi diğer başka bio-moleküler bileşenler) ve bunlar yakın koordinasyon içindedirler. Bu nedenle hücredeki karmaşıklığın niceliksel olarak değerlendirilmesi 1960’ların ortalarından beri biyolojinin hayatın kökeni alanında hakim olan bir görüşü güçlendirmiştir: Tesadüf, biyolojik karmaşıklığın ve özgüllüğün kökenini açıklamak için yeterli bir açıklama değildir.[1]

Bütün bu kompleks yapıların imkansız oluşumunun tesadüfen gerçekleştiğini varsaydığımızda bile, Darwinistlerin DNA gibi muhteşem bir molekülün içinde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduran bilginin oluşumunu açıklamaları gerekmektedir. Fakat hücre ve hayatın kökeni ile ilgili her konuda olduğu gibi bu konuda da Darwinistler açıklamasızdırlar. Çarpık Darwinist mantığına göre, çamurlu suyun içinde tesadüfen oluşan bir hücrenin içindeki olağanüstü bilginin de çeşitli dış etkiler yoluyla tesadüfen oluşmuş olması gerekmektedir. Kuşkusuz böyle bir oluşum imkansızdır. DNA’nın içindeki bilgi, DNA ile birlikte yaratılmış muazzam bir bilgidir.

Darwinistlerin çamurlu suda tesadüfen hücre oluştu iddiası, hücreyi içi su dolu bir baloncuk zanneden Darwin döneminden kalma köhne bir inanıştır. Ancak 19. yüzyıl hurafeleri, bilimin ve teknolojinin oldukça geliştiği günümüzde geçersizdir kuşkusuz. Bir canlı bedeninde açıklanması gereken sayısız kompleks yapı varken, Darwinizm tek bir proteinin oluşumunu bile açıklayamamaktadır. Fakat Darwinistler bu imkansızlıklardan habersiz gibi davranırlar. Halen evrimci yayınlarda, çamurlu sudaki bu imkansız oluşum, adeta bir çocuk hikaye kitabındaki öyküler şeklinde anlatılır. Amaç, bu bilimsellikten uzak, mantıksız ama aynı zamanda da ispatsız anlatımla kitleleri aldatabilmektir. Bu batıl dinin taraftarlarına göre, söz konusu hikayeye ne kadar çok kişi inansa, o kadar kişi Darwinizm büyüsünün etkisi altına girecektir.

Fakat artık Darwinistlerin sahte hikayelerine insanlar inanmamaktadır. Yaratılanların tümü, evreni ve içindekileri kusursuzca yaratan Yüce Rabbimiz’in Üstün Gücünü ve Kudretini sergilemektedir. Kuran'da Yüce Allah, hücrenin ve insanın üstün yaratılışını haber vermiştir:

Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 12-14)

Kuran'ın dışında açıklama arayanlar, yeryüzündeki muhteşemliğe istedikleri kadar basit bir açıklama getirmeye çalışsınlar, yaratılan eserin çok büyük ve ihtişamlı olduğu açıktır. Ve bu üstün yaratılış karşısında evrim teorisinin bir yaşam sahası yoktur. Yüce Allah bir ayetinde yarattığı eserlerin büyüklüğünü şöyle haber verir:

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler. (Mümin Suresi, 57)

[1] "Word Games: DNA, Design, and Intelligence," Stephen C. Meyer, Signs of Intelligence: Understanding Intelligent Design, ed. William A. Dembski, James M. Kushiner, Brazos Press, 2001, s. 109-110

1 Eylül 2011 Perşembe

Gizli Bir Alem: BEYİN

Bilgisayarlar teknolojinin en üstün ürünleridirler ve hayatımızı kolaylaştıran çok kapsamlı işler yaparlar. Bedenimizdeki bütün işleri idare eden beynimiz ise hiçbir bilgisayarla karşılaştırılmayacak kadar üstün bir sisteme sahiptir. Bu durum Yaratıcı'mız olan Allah'ın sonsuz kudret ve ilmini göstermektedir.

Vücudumuz yaratılmış en mükemmel sistemlerden biridir ve mükemmelliği ayrıntılarında gizlidir. Bu yazıda, ayrıntıların merkezi olan beyinde bir yolculuk yapılacaktır. Beynin yapısı derinlemesine incelendiğinde, bizim kavrayabilme sınırlarımızı zorlayan detaylarla karşılaşırız. Beynin içinde, Allah'ın bizim için yarattığı ve kavramaya muktedir olamadığımız bambaşka bir dünya vardır. Bu dünya keşfedilmeye başlandığında ise, yaratılışımızdaki mucize ile bir kere daha karşılaşırız. Beyindeki her kıvrım, her girinti ve çıkıntı bir amaç üzerine yaratılmıştır.

Beynin Oluşumu

Anneden gelen yumurta ve babadan gelen sperm hücresinin birleşmesi ile yepyeni bir insanı oluşturacak ilk hücre meydana gelir. Bu mucivezi gelişimin ilk aşamasında hücreler bölünmeye başlar ve zamanla gelişir. Anne karnında başlangıçta bir et parçası görünümünde olan hücreler bölünmeye devam ederek ve gruplanarak, ışığa karşı hassas göz hücrelerini, acıyı, tatlıyı, ağrıyı, sıcağı, soğuğu algılayacak sinir hücrelerini, ses titreşimlerini hissedecek kulak hücrelerini ve gıdaları sindirecek sindirim sistemi hücrelerini ve daha birçoklarını oluşturmaya devam ederler.

Embriyonun anne karnındaki gelişiminde 5. haftadan itibaren oluşan omurilikte çok süratli bir üretimle saniyede 5000 tane nöron adlı özel sinir hücresi üretilmeye başlanacaktır. Bu bölgede daha sonra beyin oluşacaktır. (Science Vie, Mart 1995, sayı: 190, s. 88)

Beyin hücrelerinin büyük kısmı embriyonun ilk beş ayında oluşur ve hepsi doğumdan önce beyindeki gereken konumlarını almış olurlar. Büyük bir hızla oluşan hücreler bir süre sonra merkezi sinir sisteminin kollarını oluşturmak üzere, daha uzaklara göç etmeye başlarlar.

Ancak bu aşamada her bir nöronun, sinir sistemi içinde kendisi için ayrılmış olan hedef yeri tam olarak bulması şarttır. Bu yüzden genç nöronların yollarını bulabilmeleri için mutlaka bir rehbere ihtiyaçları vardır. Bu rehberler, omuriliğin ve beynin gelişme alanı arasında bir tür kablo şeklinde uzanan özel hücrelerdir. Nöronlar üretildikleri yerden çıkıp bu rehberlere tutunarak göç ederler. Ve kendileri için ayrılmış olan yerleri anlar, oraya yerleşirler ve hemen ardından uzantılar meydana getirerek diğer nöronlarla bağlantı kurarlar.

Peki ama nöronlar oluşur oluşmaz böyle bir yolculuğa çıkacaklarını nereden bilmektedirler? Bu yolculuk sırasında hedeflerini bulmak için bir rehber kullanmaları gerektiğine ve birbirleriyle ne gibi işbirliği yapacaklarına nasıl karar verirler? Nöron dediğimiz varlıklar sonuçta gözle görülemeyecek küçüklükte, atomlardan ve moleküllerden oluşan hücrelerdir. Onların böylesine şuurlu bir şekilde yerleşmeleri kendi karar ve iradeleriyle gerçekleşecek bir olay değildir. Bu işlemi yöneten merkez beyin de değildir. Çünkü henüz anne karnındaki embriyonun beyni oluşmamıştır.

Bu hücreler oluşur oluşmaz bilmedikleri bir yere doğru sadece kendilerine ilham edilen bilgiler doğrultusunda programlanmışcasına hareket ederler. Açıktır ki, beynin ve sinir sisteminin oluşumu sırasında yaşanan hiçbir olayın tesadüflerle meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü tek bir aşamadaki farklılık zincirleme olarak tüm sistemi aksatır. Nöronların meydana gelmesi ve bir sinir ağına dönüşmeleri beynin ve ona bağlı çalışan sinir sisteminin oluşum aşamalarından yalnızca bir tanesidir. Değil evrimcilerin iddia ettiği gibi beynin tamamının tesadüfen oluşması, tek bir nöronun bile rastlantılarla meydana gelmesi mümkün değildir.

Nöronları bu özelliklerle yaratan, gerektiği anda gerektiği şekle sokan, gidecekleri yerlere onları tek tek yerleştiren Allah'tır. Her insan kendisinin de bu aşamalardan geçirildiğini bilmeli ve Rabbimizin kendisine bir insan olarak yaratmasındaki ihtişamı görerek şükretmelidir. Allah'ın herşeyin Yaratıcısı olduğunu, göklerde ve yerde O'ndan başka bir güç sahibi olmadığını aklından bir an bile çıkarmamalıdır:

"... Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam." (Kehf Suresi, 37-38)

Beynimizin Suyun İçinde Yüzdüğünü Biliyor Muydunuz?

Hissetmek, hareket etmek, işitme, görme, tad ve koku alma, kalbin çalışması, nefes alma gibi hayati işlevlerin tümünü beynimiz gerçekleştirir. Ayrıca hormonlar üreterek vücudun ihtiyaçlarına göre düzenlemeler yapar. Çok hassas bir sisteme sahip olan bu organımız elektrik sinyalleri ile çalışan sinir hücreleri, bunları barındıran ve beslenmelerine yardımcı olan destek hücreleri ve kan damarlarından oluşur.
Hem hassas bir yapısı hem de çok önemli görevleri olan beyin vücut içinde çok yönlü bir korumaya alınmıştır. Bunlardan en dikkat çekici olanı beynimizin bir sıvı içinde yüzüyor olmasıdır.

Beyin yaklaşık 1,5 kg'lık bir ağırlığa sahiptir. Eğer beyin bir sıvının içinde bulunmasaydı ve direkt olarak kafatasına temas etseydi kendi ağırlığının altında ezilirdi. Bu da beyindeki hayati merkezlerde bir baskı oluşmasına dolayısıyla ölüme sebebiyet verebilirdi. Ancak böyle bir sorunla -hastalık halleri dışında- karşılaşılmaz. Çünkü beynimizin kendi ağırlığı -yüzdüğü sıvının içinde iken- 1400 kg'dan 50 gr'a kadar düşer. Yani beyinde ağırlığı otuzda bire kadar düşüren bir sistem vardır. Bu sistem şöyle çalışır:

Beynin içinde birtakım boşluklar ve bu boşlukların içinde de sadece beyinde bulunan özel damar yığınları vardır. Bunların görevi vücuttan beyne taşınan kandaki serumu süzmektir. Serum önce beynin içindeki boşlukları doldurur ve sonra çeşitli yollardan beynin dışına çıkar. En sonunda da bu sıvı beynin üst kısmında yer alan tek yönlü valf sistemi (araknoid villus) sayesinde genel dolaşıma (kan dolaşımına) geri döner. Bu valflerin çok önemli bir görevi vardır: Sıvının beyne yaptığı basıncı ayarlamak.

Eğer bu ayarlama olmasaydı ve basınç çok yüksek bir seviyeye çıksaydı, o zaman beyne olan baskı beynin fonksiyonlarını etkilerdi. Ve bu durum pek çok hastalığın sebebi olurdu.

Buna örnek olarak "hidrosefali" denilen hastalığı verebiliriz. Bu hastalık türünde dolaşımdaki herhangi bir aksaklıktan dolayı beyindeki sıvı bir süre sonra birikmeye başlar ve oluşan basınç beyin fonksiyonlarını etkiler. Eğer dışarıdan bir müdahale yapılmazsa, yani ameliyatla bu sıvı boşaltılmazsa artan basınç; zeka geriliği, hareket bozuklukları, körlük hatta ölümle sonuçlanan rahatsızlıklara neden olur. (Harun Yahya, İnsan'ın Yaratılış Mucizesi)

Beyindeki sıvının basıncı normalden daha az düzeylere indiği zaman da dayanılmaz baş ağrıları olur ve beyin hasar görmeye başlar.Beyindeki korumaya başka bir örnek olarak beynin kan ihtiyacını karşılayan sistemi ele alabiliriz. Beyin, vücuttaki bütün işlemleri kontrol eder. Bu nedenle sabit kan gereksinimi olan bir organdır. Beyne yapılacak kan ikmali ne pahasına olursa olsun sürdürülmelidir. Beynin bu hayati ihtiyacı olağanüstü bir denetimle karşılanır. Bir kanama sonucunda öteki tüm organlara kan ulaşımı dursa bile, birçok sinir, beyne kan iletilmesi için harekete geçer ve damarların çapları buna göre ayarlanır. Bazı organlara giden damarlar geçici olarak devreden çıkartılır ve kan akışının beyne giden damarlara yönlendirilmesi sağlanır.

Beyindeki bu detaylı tasarım nasıl ortaya çıkmıştır?

Beynimizin en fonksiyonel şekilde çalışmasını sağlayan bu tasarımın tesadüfen ortaya çıkması elbette ki mümkün değildir. Tüm bu ayrıntıları bilen jöle kıvamında bir et parçası olan beynin kendisi de olamaz. Bütün bu hassas dengeleri kusursuz bir düzen içinde yaratan, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'tır.

Sivrisinek Yumurtalarının Özellikleri

İlk bırakıldıklarında parlak sarı renkte olan sivrisinek yumurtalarının sabahın ilk ışıklarıyla siyah olması neden önemlidir?

Yumurtalarında huni şeklinde oyuk bulunan sivrisinek türleri, yumurtalarının bu oyuk nedeniyle suda batmaması için hangi yola başvururlar?

Bazı sivrisinek türleri yumurtalarını jelatinimsi bir sıvıyla neden ambalajlarlar?

Cylindrotoma türü sivrisinekler, yumurtalarını bir bitkinin dokusuna nasıl yerleştirirler?

Dişi sivrisinekler bir seferde 40 ila 200 arasında yumurtayı suya bırakabilirler. Her üç haftada bir yumurtlayanları olduğu gibi, senede bir yumurtlayan sivrisinek türleri de vardır.

Sivrisinek yumurtaları türlerin yaşadığı yerlere, o ortamdaki düşmanlarına ya da karşılaşabilecekleri tehlikelere göre değişik özelliklere sahiptir. Kimi çok özenle paketlenmiş, kimileri sıkıca bir yerlere tutturulmuş, kimileri de batmamaları için hava yastıklarıyla desteklenmiştir.

Kamuflaj Ustası Yumurtalar

Yumurtalar, anne sivrisineğin yanlarından ayrılmasından sonra tamamen savunmasız kalırlar. İlk bırakıldıklarında, parlak sarı renkte oldukları için, çabuk fark edilebilecek, hareketsiz, kolay birer avdırlar. Onları bekleyen pek çok düşmanları vardır. Ancak sivrisinek yumurtalarının oldukça önemli bir özellikleri vardır. Gece bırakılan yumurtaların renkleri, sabahın ilk ışıklarıyla beraber siyaha döner. Böylece böceklere ve kuşlara karşı oldukça etkili bir şekilde kamufle edilmiş olurlar.

Bazı sivrisinek cinsleri (Anofel sivrisinekleri), larva ve pupa evrelerinde de, içinde bulundukları mekana göre renk değişimine uğrarlar. Öyleki larva siyah ya da beyaz bir mekana konulduğunda, hemen bu ortama göre bir renk alır.

Elbette bu renk değişiminden ne yumurtanın, ne larvanın ne de kendisi de bir zamanlar bu aşamalardan geçen anne sivrisineğin haberi vardır. Sivrisinek larvaları, çevrelerindeki düşmanların varlığından, annelerinin onları bırakıp gittiğinden, tek başlarına ve savunmasız kaldıklarından da tamamen habersizdirler. Ancak bu durum onlar için hiç sorun oluşturmaz çünkü ihtiyaçları olan en uygun koruma ile birlikte yaratılmışlardır. Yumurtaların veya larvaların kabuğundaki pigmentler güneş ışığıyla birlikte harekete geçer ve koyulaşarak kendilerini kamufle ederler.

Güneşten gelen fotonların etkisiyle veya bulunduğu ortam nedeniyle renk değiştirmek oldukça kompleks bir kimyasal işlemdir ve bu sistemin bilgisi yumurtanın kabuğunda bulunan hücrelere daha önceden yerleştirilmiştir. Bu etkili koruma için gerekli olan tüm kimyasal ve fiziksel işlemler istisnasız bütün sivrisinek larvalarında gerçekleşir. Bütün bunlar bizi tek bir sonuca götürür.

Gerektiğinde larvaları koruması için bu çok ince planlanmış süreci yaratan üstün bir güç sahibi vardır. Bu güç sahibi her türlü yaratmayı bilen Yüce Allah’tır. Bir ayette şöyle buyrulur:

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir.” (Enam Suresi, 102)

Suda Batmayan Disk Yumurtalar

Culex türü sivrisineklerin yumurtası, alt kısmında huni şeklinde bir oyuk taşır. Bu oyuğun, ne işe yaradığı ilk bakışta anlaşılmayabilir, ancak yumurtanın gelişiminin ileri aşamalarında, oyuğun son derece önemli bir görevinin olduğu ortaya çıkar. Bu oyuk, içine dolan hava sayesinde bir cankurtaran simidi işlevi görmekte ve yumurtanın su üzerinde kalmasını sağlamaktadır.

Ancak dikkat edilirse oyuk nedeniyle yumurtayı ciddi bir sorunun beklediği görülecektir: Yumurtanın altında yer alan ve bir “cankurtaran simidi” olarak nitelendirilebilecek olan oyuğun, yumurtanın “alabora” olması sonucunda işe yaramaz hale gelmesi çok kolaydır. Bu nedenle tek başına suya bırakıldığında yumurta uzun süre su yüzeyinde kalamaz. En ufak bir sallantıda dengesini yitirir, devrilir ve alt tarafında hava bulunan delik su dolarak yumurtanın batmasına neden olur. Oysa yumurtaların yaşayabilmeleri için suyun üzerinde kalmaları gerekmektedir. Böyle bir durumda siz olsanız yumurtaların batmaması için ne yapardınız?Sivrisinekler bu problemi çözecek en akılcı yolu kullanır ve yumurtaları birbirine yapıştırarak sorunu çözerler. Bir disk şeklinde birbirine yanyana yapıştırılan yumurtalar, suyun üzerinde yüzen bir doğal sal oluştururlar. Çapı yaklaşık 11 mm olan bu disk, suyun üzerinde kolaylıkla yüzer. Yumurtaların altındaki oyukta bulunan hava ve yumurtalar arasındaki boşluk, bir hava yastığı görevi görür ve diski suyun üzerinde tutar. Böylesine akılcı bir yöntem kullanılmasaydı, yumurtalar suyun içine batar ve ölürlerdi. Ancak yumurtanın şeklindeki bu detay ile tehlike daha en başından önlenmiş ve güvenlik sağlanmıştır. Çok açık bir şekilde görülmektedir ki, sivrisinek yapılabilecek en doğru ve sağduyulu hareketi, kendisine verilen ilham ile yapmaktadır. Bu duyguyu sivrisineğe veren Allah’tır. Allah herşeyin Kendisine boyun eğmiş olduğunu ayetlerde şöyle haber vermektedir:

“Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur; hepsi O’na ‘gönülden boyun eğmiş’ bulunuyorlar. Yarat-mayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O’dur; bu O’na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O’nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Rum Suresi, 26-27)

Jelatinlenmiş Yumurtalar

Gıdaların bozulmadan saklanmaları için son birkaç on yılda oldukça etkili yöntemler geliştirilmiştir. Bunlardan en önemlisi, ambalajlamadır. Sürü sivrisinekleri olarak bilinen sivrisinek türü de, yumurtalarını saklamak için bu yöntemi kullanır.

Yumurtalar, jelatinimsi bir madde yığının içine, bir çerçeve veya ip şeklinde bırakılır. Jelatinimsi kitle yumurtaları mekanik etkilerden, kurumaktan, ani ısı değişimlerinden ve düşmanlardan korur. Ayrıca sivrisinek, bu madde sayesinde, yumurtaları bitki ya da taşlara yapıştırır ve böylece yumurtaların suyun içinde kaybolmalarını da engeller.

Cankurtaran Simidi Yumurtalar

Sıtma mikrobunu taşıyan sivrisinek olan Anofelin yumurtaları, suya batmalarını engelleyecek ve su yüzeyinde kalmalarını sağlayacak özel bir şekle ve yapıya sahiptir. Yumurta kabuğunun dışındaki hava odacıkları ve yumurtayı saran yüzme kenarları yumurtayı su üstünde tutar. Yüzme kenarları suyun yüzey gerilimini artırır ve yumurtanın bu gerilim sayesinde batmamasını sağlar.

Yüzey gerilimi suyun yüzeyinde oluşan bir güçtür. Özellikle küçük canlılar bu gücü aşamazlar. Ancak bu çoğu kez olumsuz bir durum değildir çünkü bu sayede böcekler suyun üzerinde rahatlıkla yürüyebilirler. Kimi böcekler bacaklarında bulunan destek yapıları sayesinde -ayaklardaki tüycükler, ayağı kaplayan yağlı salgılar gibi- su üzerinde çok daha kolay hareket edebilirler.

Marangoz Sivrisinek

Sivrisinekler yumurtalarını her zaman durgun bir su birikintisinin içine bırakmazlar. Cylindrotoma türü sivrisinekler yumurtalarını bırakmak için daha ilginç ve zor bir yöntem kullanırlar. Bu türün dişisi, yumurtalarını bir bitkinin dokusuna yerleştirir.

Burada çok önemli bir ayrıntı vardır. Herhangi bir böcek, bitki dokularını kolay kolay kesemez. Özellikle sivrisineğin boyutu düşünüldüğünde bu zorluk, insanın elinde hiçbir aleti olmadan kalın bir ağacı kesmesine benzer ki, böyle bir şey imkansızdır. Ancak sivrisinekler bunu başarır.Sivrisinek bu problemi, kendisine yaratılıştan verilen bir özellik sayesinde aşar. Başının üzerinde bulunan ve bir testere görevi gören kesici organla, bitki dokularını rahatlıkla keser. Sonra üst kısmından kestiği bitkilerin içine yumurtalarını iter. Bazen bir yaprakta bu şekilde bırakılmış 70 yumurtaya rastlanabilir.

Görüldüğü gibi sivrisinek rastgele bir yere bırakmak varken, zahmet gerektiren bir şekilde hareket etmiş, üstelik de zorlu bir yeri yumurtalarını bırakmak için seçmiştir. Bu durum akla bazı sorular getirecektir:

Tek amacı yemek ve yaşamak olan bir böcek, niçin kendisini bu şekilde zora sokar ve zahmetli bir işe kalkışır?Neden diğer türlerde değil de sadece bu türdeki sivrisineklerin başında kesici organ vardır?Bu organı bir alet gibi kullanma bilgisini, doğan her sivrisineğe kim vermiştir?Yumurtalarını güvenliğe almak için bitki dokularını kesmeyi sivrisinek nasıl akletmiştir?

Tüm bu sorular bizi tek bir cevaba götürür: Sivrisinek, bütün bu işlemleri yapabilmesini sağlayacak özel bir bedenle ve kendisine bu işleri yaptıracak bir tür “programla” birlikte yaratılmıştır. Sivrisineklerin bu özellikleri de Allah’ın benzeri olmayan yaratma sanatının delillerindendir. Önemli olan insanın bu gibi iman hakikatlerini görüp üzerinde düşünmesidir. Sonsuz ilmin tek sahibi olan Allah bir ayetinde yaratılış delillerinin önemini şöyle haber vermiştir:

“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)

Sivrisineğin Hassas Antenleri

Sivrisineklerde işitme yeteneği çok gelişmiştir. Sivrisineğin başının üst yanından iki anten çıkar. Bu antenler zengin duyu hücrelerine sahip, çok hassas algılayıcılardır.

Dişi sivrisineğin kanatlarından çıkan ses, erkek sivrisinek tarafından kolaylıkla ayırt edilebilir. Dişinin kanat sesleri, erkeğin antenindeki reseptör (alıcı) hücreleri titreştirir ve sivrisineğin beynine elektrik sinyallerini gönderir. Erkek sivrisinek hassas antenleri sayesinde, binlerce ses arasında dişisinin kanat çırpma frekansını algılar.

Erkek sivrisineklerin antenleri, dişilere göre çok daha hassastır. Erkeğin kafasından çıkan 2 tane küçük, tüylü antende bulunan ve çok sayıda duyu hücresinden meydana gelmiş bir organ vardır. “Johnston organı” olarak adlandırılan bu sistem, ses dalgalarının titreşimlerini alır ve ayırt eder. Bu tüylü duyargalar yalnızca dik durumdayken ses titreşimlerine karşı duyarlıdır.

İnsanlar için gerçekleşmesi imkansız gibi görünen pek çok durum, hayvanlar tarafından mucizevi bir rahatlıkla yapılabilir. Örneğin insan gebelik süresini uzatamaz ama bazı canlılar bunu yapabilirler. Sivrisinekler de bu canlılardandır. Bazı sivrisinek türleri yumurtlama dönemleri gelmiş olmasına rağmen ilk yağmurdan sonra değil, ikinci hatta üçüncü yağmurlardan sonra yumurtlarlar. Bu tedbir sayesinde sivrisinek nesli bir nevi koruma altına alınmış olur.

Sivrisinekler, yumurtalarını yaz aylarında ya da sonbaharda bırakırlar. Bulundukları yerin ısısı, sivrisinek larvalarının gelişebilmesinde önemli bir faktördür. Isı belirli bir dereceye ulaştığında (en az 100C, en fazla 300C) gelişme hızlanabilir, bu sınırlar aşıldığındaysa ya gelişme yavaşlar ya da larva ölür.

Üstün Hafızasıyla Fındıkkıran Kuşu


Şu ana kadar tespit edilmiş, hafızası en güçlü kuş, fındıkkıran kuşudur. Bu kuş, Kuzey Amerika'da büyük kayalık dağların çevresinde ve Büyük Kanyon'da yaşar. Besin maddesi ise çam fıstığıdır. Ancak bu fıstıklar, sadece Eylül ayının birkaç haftasında yenilebilir durumdadırlar. Dolayısıyla, kuşun diğer zamanlar için fıstıkları saklaması gerekmektedir. Bunun için yer belirler. Çam ağaçları ile kuşun fıstıkları saklamak için belirlediği yer arasında kimi zaman 20 km'yi aşan uzaklıklar olabilmektedir. Fındıkkıran kuşu, çamlardan topladığı fıstıkları, saklamak amacıyla belirlediği yerlere gömmeye başlar. Fıstığı tek hamlede sert toprağın içine sokar ve bazen de işaret için üzerine bir taş bırakır. Hareketli geçen 3 hafta boyunca fındıkkıran kuşu sürekli olarak fıstık toplar. Uçtuğu sırada yer şekillerini, uğradığı ağaçları, kaya yamaçlarını mucizevi şekilde hatırlar ve bunları kafasında canlandırdığı haritaya eklediği düşünülmektedir. Fındıkkıran kuşunun, bu kısa ve verimli dönem boyunca Büyük Kanyon'un yüzlerce kilometrelik alanına dağıtarak gömdüğü 100 bin fıstığın yerini ezberlemesi gerekmektedir.

Fındıkkıran kuşu, önündeki aylar boyunca beslenebilmek için ezberlediği haritaya ihtiyaç duyacaktır. Eğer gömdüğü fıstıkların nerede olduğunu hatırlayamazsa hayatta kalamaz. İşaretleri birer fotoğraf şeklinde hatırlaması da zordur, çünkü kar manzarayı değiştirmiştir. Dolayısıyla bıraktığı işaretler de yok olmuştur. Ama bu durum, kuşun kafasını karıştırmaz. Gömdüğü yaklaşık 100 bin fıstığın %90'ını bulur. (Wikipedia, Clark's Nutcracker)Bir kuşun, yemesi gereken besinin yılın belli bir döneminde tükeneceğini, bu nedenle hayatta kalması için bunları saklaması gerektiğini bilmesi kuşkusuz imkansızdır. Ona, besin maddesini, kış için belirli yerlere gömmesi gerektiği öğretilmemiştir. 100 bin fıstığı gömdüğü yerleri tek tek aklında tutması gerektiğini bilmesi mümkün değildir. Ancak bu canlı, bunların tümünü mükemmel şekilde yapar. Çünkü yeryüzündeki her varlık gibi o da Allah'ın ilhamıyla hareket eder.

Bir yıl boyunca sakladığı binlerce fıstığın yerini hiç zorlanmadan bulabilmesi için ona tüm bunları yapmasını ilham eden, onu yaratıp var eden Allah'ın gözetimine ve yardımına ihtiyacı vardır.Yarattığı varlıklar üzerinde gözetici olan ve onlara sınırsızca, hesapsızca ve bilinemeyecek yerlerden sürekli olarak rızık veren Allah'ın yaratması gözler önündedir. Küçücük bir kuşta sergilenen bu detay, Allah'ın büyüklüğünü ve Yüceliğini bir kez daha en güzel şekli ile sergilemektedir."Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır. O, işitendir, bilendir." (Ankebut Suresi, 60)

Allah'ın Çilekteki Sanatı




ÇİLEK

Meyvelerin her biri tek tek incelendiğinde birçok inceliklerinin bulunduğu görülür. İhtiyaca yönelik ve son derece estetik tasarım, üstün bir ilim sahibi olan Allah'ın yaratışının delillerindendir. Her mevsimde ayrı meyvelerin bulunması da üzerinde düşünmeye değer bir konudur.Örneğin çilek, görüntüsü ve tadı ile çok özel bir meyvedir. Üzerindeki motifleri sanki milim milim ölçülerek işlenmiş gibidir. Kırmızı ve estetik biçiminin üzerinde yeşil yaprakları ile Allah'ın eşsiz sanatının eserlerinden biridir.

Kapkara toprakta yetişen bir meyvenin bu kadar güzel ve çarpıcı bir renge, bu kadar güzel bir kokuya sahip olması, onu örneksiz yaratan, sanatını, aklını ve ilmini yarattığı varlıklarda gösteren Rabbimizi bizlere tanıtır.Bazı bitkiler cinsiyet ayrımı olmadan, tek bir cinsin belirli yollarla çoğalmasıyla soylarını devam ettirebilirler. Bu gerçekleştirilen çoğalmaya eşeysiz üreme adı verilir. Bu şekildeki bir üremeden sonra ortaya çıkan yeni nesil kendisini meydana getiren neslin tıpatıp aynısı olur. Bitkilerdeki en bilinen eşeysiz üreme şekilleri tomurcuklanma ve parçalara ayrılmadır.Bazı özel enzimlerin yardımıyla gerçekleşen bu üreme biçimi (tomurcuklanma veya parçalanma) pek çok bitkide görülebilir.

Örneğin çimenler ve çilekler "sürgün" denilen yatay uzantılarını kullanarak çoğalırlar. Patates ise toprağın altında yetişen bir bitki olarak, bu kısımlarda açılan yeni özel yerlerden (gözelerden) tomurcuklar vererek çoğalır.Ana bitkiden ayrılan her parçada, bitkinin tamamını oluşturabilecek şekilde bir şifrelenme ve düzenlenme mevcuttur. Ana bitkinin tüm özellikleri yani genetik olarak bitkiyle ilgili tüm bilgiler, bitkiden kopan bu küçük parçanın her hücresinde de eksiksiz olarak bulunmaktadır.Bu sistemle üreyen bitkilerin her parçasında aynı genetik bilginin olması son derece önemlidir, hatta bu zorunludur. Çünkü bitkinin üremesi sadece bu sistemin işlemesine bağlıdır. Düşen parçada bitkideki genetik bilgilerin tamamı olmasa, aynı özelliklerde bir bitki gelişemez. Bunu bir örnekle açıklayalım. Genetik bilgilerde eksiklik olsa; örneğin bir çileğin rengi ya da içindeki şeker miktarı, kokusu ile ilgili genetik bilgi yeni düşen parçada olmasa çilek, çilek olamazdı.

Kapkara, hiçbir kokusu olmayan topraktan çok sevdiğiniz mis gibi kokan ve rengarenk muz, kiraz, erik, çilek nasıl çıkıyor? Onlara kokularını, renklerini kim veriyor?"



Aynı türdeki bitkiler dünyanın neresine giderseniz gidin aynı özelliklere sahiptirler. Çilek her yerde çilektir, rengi, lezzeti, kokusu hep aynıdır. Gül, karanfil, çınar kısacası tüm bitkiler aynı türde hep aynı özelliklere sahiptir. Yapraklar dünyanın her yerinde fotosentez yaparlar. Benzersiz taşıma sistemleri tüm bitkilerde vardır.Dünyanın neresine giderseniz gidin doğal olarak yetişen bir çileğin farklı bir renk taşıdığını göremezsiniz.

Dünyanın her yerindeki çileklerin DNA'sında, onları bildiğimiz çilek haline getiren özellikler mevcuttur. Çileğin rengi, kokusu, lezzeti hep aynıdır. Bu eşi benzeri olmayan bir düzendir.Böyle bir düzenin kendi kendine gelişen tesadüflerle oluştuğu elbette ki iddia edilemez. Bu mekanizmaların, evrimcilerin iddia ettikleri gibi, tesadüfen oluşması imkansızdır. Bitkileri yaratan Yüce Allah’tır. Yeryüzündeki saymakla bitiremeyeceğimiz çeşitlilikteki bitkiler, milyonlarca yıldır ne zaman, ne yapmaları gerektiğini tohumlarında saklı program sayesinde bilmekte ve unutmadan, yanılmadan bu programı uygulamaktadırlar. Hiçbir zaman bir kiraz çekirdeğinden şeftali ağacı çıkmamış, limon ağacına ait bir tohumdan çilek gelişmemiştir.Rengiyle, kokusuyla her biri ayrı birer estetik harikası olan menekşeler, sümbüller, papatyalar, güller; benzersiz tatlara sahip, vitamin deposu meyvelerden kirazlar, şeftaliler, elmalar, üzümler, çilekler, portakallar; canlılığın oksijen kaynağı yeşillikler, çamlar, selviler, kavaklar ve diğerleri Allah'ın insanlara nimet olarak sunduğu güzelliklerdendir.

Balıklarda Yön Bulma

Yüce Allah tüm canlıları kendilerine özel sistemlerle birlikte yaratmıştır. Bu özel sistemlerden biri de balıklarda bulunan yanal çizgi sistemidir. Peki teknolojiye de ilham kaynağı olan bu sistem niçin yaratılmıştır? Nasıl çalışır ve teknolojideki kullanım alanları nelerdir?

Balıklar için Yüce Allah tarafından özel olarak yaratılmış olan ve Rabbimiz’in detay sanatına delil oluşturan yanal sistem, balığın başından kuyruğuna kadar iki yanında uzanan bir hattır. Bu düzgün hat boyunca alıcı hücreler veya “nöromast” adı verilen yapılar sıralanır. Derinin hemen altında bulunan nöromastlar, özel yaratılışı sayesinde balığı dış dünyadan gelen etkilere karşı uyarır. Nitekim yapılan bazı deneyler, kuyruk bölgesine çok hafif su çarpıldığında bazı balıkların kaçma hareketi gösterdiklerini ortaya koymuştur. Ancak yanal çizgi sistem siniri kesilince balık kaçma gibi bir tepki göstermemektedir.


Özel ve Detaylı Bir Yaratılış Örneği: Nöromastlar



Nöromastlar, hemen derinin altında bulunan mukus sıvısı ile kaplı bir kanal içinde bulunurlar. Bu kanal derideki ya da pullardaki delikler vasıtasıyla suyla bağlantı kurar. Nöromastlardan gelen uyarılar kanala paralel bir şekilde yerleştirilmiş olan sinire bağlıdır. Nöromastlar aslında “sil” adı verilen özel tüy topluluğundan oluşur. Bu tüyler yine özel olarak yaratılmış jelimsi bir madde ile kuşatılmışlardır. Kanaldaki mukusun hareketi, bu jelimsi maddenin ve dolayısıyla nöromastlardaki sillerin bükülmesine sebep olur. Siller de çevresel etkiden kaynaklanan uyarıyı beynin algılayacağı elektrik sinyallerine çevirir. Elektrik sinyali, nöromastlar için özel olarak yaratılmış hatlar boyunca beyne iletilir. Bu bilgi beyinde değerlendirilir ve uyarıya uygun bir şekilde hareket edilmesi emri verilir.





Mühendisler Balıklardaki Şifreleri Çözmeye Çalışıyor



Balığın özel olarak yaratılmış bu olağanüstü sistemi bilim dünyasında elektrik-elektronik mühendisliği tarafından “Dizilim İşaret İşleme” adı altında oldukça kapsamlı bir biçimde araştırılmaktadır. Bilim adamları bir dizi üzerinde sıralanmış pek çok alıcıdan gelen bilgileri değerlendirip, alıcıyı uyaran kaynağın nerede olduğunu tahmin etmek için algoritmalar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Su altında bir kaynaktan gelen uyarıların sebep olduğu dalgaların nasıl olup da alıcılar tarafından kaynağın yerini saptayabildiğini bulabilmek için ise karmaşık matematiksel yöntemler kullanmaktadırlar. Uzun yıllar eğitim görmüş, konusunda uzmanlaşmış bilim adamlarının karmaşık hesaplar yaparak bulmaya ve anlamaya çalıştığı yanal çizgi sistemi, insanın sahip olduğu gibi bir şuur ve zekaya sahip olmayan küçücük balıklar tarafından saniyenin binde biri gibi bir sürede gerçekleştirilmektedir. Elbette bu muazzam mühendislik bilgisinin sahibi balıklar değildir. Onlara ne şekilde hareket edeceklerini bildiren bu sistem Yüce Allah tarafından yaratılmış ve balığa ilham edilmiştir.



Balıkların Yanal Çizgi sistemi Teknolojiye İlham Kaynağı Oluyor


Balıklardaki bu üstün duyu sistemi, bilim adamlarının büyük ölçüde ilgisini çekmiştir. Hatta bu sistemi teknolojide kullanmak amacıyla biyologlar, nörologlar, mühendisler ve matematiksel modelleyiciler gibi pek çok farklı disiplinlerden bilim adamları bir araya gelmiş ve “BioSense” adlı bir ekip kurmuşlardır. Balıktaki yanal çizgi sisteminin teknolojiye uyarlanması halinde bu sistemden birçok alanda faydalanılacaktır. Araştırma grubu üyelerinden Chang Liu bu alıcıların kullanılacağı alanları şöyle sıralamaktadır:

•Küçük robot araçlar için benzer algılayıcı sistemler yerleştirilmesi
•Alıcıların denizaltılarda kullanılması
•Hava araçlarının uçuşlarının kontrolü
•Seyir halindeki geminin etrafında yüzen yüzücülerin algılanabilmesi, bu sayede karanlıkta görülmesi imkansız olan büyük hareketsiz kayaların da fark edilebilmesi
•Dakikalar önce diğer denizaltılar tarafından denizde bırakılan izlerin algılanabilmesi

Ancak geliştirilen bu alıcıların gerçek anlamda çalışabilmesi için deniz şartlarına yeterli miktarda dayanıklı olması gerekmektedir.

Bilim adamları tarafından verilen bu örneklerde de görüldüğü gibi balıklardaki yanal çizgi sisteminin varlığı büyük bir mucize ve bilim dünyası için de yol gösterici bir yaratılış delilidir. Bu sistem Yüce Allah'ın mutlak varlığının sayısız delillerinden sadece biridir. Karşımıza çıkan her güzellik ve bu güzelliğin ardındaki kusursuz sistemler ve detaylar, tüm bunları bize kesintisiz sunmakta olan Yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bir ayette bu gerçeği şöyle haber verir:

“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)

Bu sistem sayesinde balık, avının nerede olduğunu, kaçması gereken düşmanının nereden geldiğini veya suyun hareketini algılayıp bu uyarılara göre kendi hareketlerine yön verir. Sudaki bir cismin hareketi basınç dalgasına sebep olur. Ancak bu basınç dalgası balıktaki nöromastları, kaynaktan uzaklıklarına göre farklı değerlerde uyarır. Bu bilgi farklılığı beyinde değerlendirilir ve hedefin konumu tayin edilir. Burada birkaç cümle ile anlatılan sistemin detaylı olarak düşünülmesi aslında büyük bir mucizenin varlığını ortaya koymaktadır. Çünkü balık nöromastlardan gelen farklı elektrik sinyallerini değerlendirip ortak bir bilgi çıkartmakta, üstelik gelen uyarının av mı, avcı mı yoksa başka herhangi bir etki mi olduğunu algılayıp ayırt etmektedir. Hiç şüphe yoktur ki, bu ancak Rabbimiz’in ilhamı ile mümkün olan bir mucizedir.

İnsan Gözündeki Mükemmel Detaylar

Elinizdeki kaleme sadece birkaç saniye için bakarken bile gözünüzde yüz milyarlarca işlem gerçekleşir. Gözünüze gelen ışık ışınları korneadan, gözbebeğinden ve ardından da mercekten geçer. Buradaki ışığa duyarlı hücreler, ışığı elektrik sinyallerine çevirir ve sinir uçlarına uyarı olarak gönderir. Retinaya ulaşan görüntü orijinaline göre başaşağı durumda ve ters taraftadır. Ancak beyin bunu yeniden yorumlayarak görüntünün düz olmasını sağlar. Her iki gözden de ayrı ayrı görüntüler, bakılan cisme ait tüm özellikleri toplar. Her iki gözden gelen bu görüntüleri beyin tek bir görüntü halinde birleştirir. Nesnenin biçimini, rengini belirler ve ne kadar uzaklıkta olduğunu saptar. Ve bütün bu işlemler, saniyenin yalnızca onda biri kadarlık kısa bir süre içinde gerçekleşir.

Siz küçük bir noktaya bakarken de, büyük bir gemiyi incelerken de beyninizde aynı işlemler gerçekleşmekte, baktığınız cismin görüntüsü ağ tabakadaki 1 mm'lik noktada oluşmaktadır. Ne elinizdeki kalemin size yakın olduğundan, ne de uzaktaki bir geminin kalemden büyük olduğundan emin olabilirsiniz. Her birinin oluştuğu yerin büyüklüğü aynıdır. Ama baktığınız her şeyde bir mesafe hissi vardır. Siz, neyin ne kadar uzaklıkta olduğunu anlayabilir, önünüzdeki sehpada duran bardağa uzanıp onu almada hiçbir zaman güçlük çekmezsiniz. Göz gibi mükemmel bir organı yaratan Allah, onu insanın hayal gücünü aşan detaylarla donatmış, beynin kusursuz mekanizmasını da "bir nesneyi bulunduğu yerde, tüm detaylarıyla görebilmek için" vesile kılmıştır. Yeryüzündeki tüm insanların sahip olduğu olağanüstü komplekslikteki gözler, Allah'ın üstün birer eseridirler.


Yeryüzündeki hiçbir teknoloji gözün başardığı işlemleri başaramamıştır. Bu mükemmel organın sırlarını anlayabilme çalışmaları sürekli olarak devam etmekte, bize nasıl renkli bir dünya sunduğu anlaşılmaya çalışılmaktadır. Elbette ne birkaç santimetre büyüklüğündeki gözün, ne de görüntünün oluştuğu milimetrelik bölgenin tek başlarına insan için renkli bir dünya oluşturabilme güçleri olamaz. Dışarıda var olan maddeyi gören ve beyinde yeniden yorumlayan ruhtur. İnsana Kendi ruhundan üfleyerek görme, algılama, hissedip yorumlama gibi yetenekler veren ve bütün bunları olağanüstü sebeplere bağımlı kılan Kadir olan Allah'tır. Yaratılan görüntü de, onu gören hayranlık uyandırıcı gözler ve buna bağlı sayısız sistem de Allah dilediği için vardırlar ve O'nun dilemesiyle yaratılmışlardır.

Güneş Sistemindeki Hassas Dengeler

Evrendeki hassas denge ve düzeni en açık biçimde gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'ndeki büyüklü küçüklü gezegenlerin eşsiz düzenleri, sistemin 4 milyar yılı aşkın bir süredir kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır.
Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn,Uranüs,Neptün ve Pluton'dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydunun içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere
sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.
Gezegenleri dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları
tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. Elbette tüm bu dengeler Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerden biri olan Dünya için de geçerlidir.

Bunların yanısıra, son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya'nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, Güneş Sistemi'ndeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.
Diğer pek çok yıldız sisteminde Jüpiter benzeri gezegenler vardır. Fakat bunlar bulundukları sistemi kararlı hale getirmek ya da sistemlerindeki diğer gezegenleri korumaktan çok uzaktırlar. Washington Üniversitesi'nden Dr. Peter D. Ward'a göre, "Bugün gözlemlenebilen bütün Jüpiterler kötüdür. Tek iyi olan yalnızca bizimkidir. Ve öyle de olmak zorundadır, aksi takdirde ya karanlık uzaya ya da Güneşiniz'e doğru fırlardınız."

Jüpiter açısından bir diğer önemli nokta da şudur: Jüpiter olmasaydı yüksek sayıdaki kuyruklu yıldız çarpmaları nedeniyle yeryüzünde hayat olamazdı. Fakat Jüpiter devasa kütlesinin oluşturduğu manyetik alan sayesinde Güneş Sistemi'ne giren meteor ve kuyruklu yıldızların yörüngesini saptırarak Dünya'ya yönelmelerini engeller. Böylece, Dünya'ya bir kalkan görevi gören dev bir manyetik koruyucu şemsiye oluşturur.
Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu bu ikinci işlevini gezegen bilimci George Wetherill, "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir makalede şöyle açıklar:
Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyruklu yıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık.
Dünya-ay ikili gezegen siteminin de Güneş Sistemi'ndeki dengenin korunmasında çok önemli bir etken olduğu hesaplanmıştır. Dünya-ay sisteminin yokluğunda, Jüpiter'in muazzam kütlesi Merk ür, Venüs gibi iç gezegenlerde çok büyük bir istikrarsızlığa sebep olacaktı. Bu da belli bir zaman sonra Merkür ve Venüs gezegenlerinin yörüngelerinin çok fazla yakınlaşmasına yol açacaktı. Böyle bir yakınlaşma ise Merkür'ün sistemden dışarı atılmasına, Venüs'ün de yörüngesinin değişmesine neden olurdu. Güneş Sistemi'nin bir bilgisayar simülasyonunu yapan bilim adamları sistemde milyarlarca yıldır süre gelen denge ve kararlılığın, ancak bu gezegenlerin sahip oldukları ideal kütle ve konumları sayesinde mümkün olabileceğini, bu dengeden en ufak bir sapmanın dahi Güneş Sistemi'nin, dolayısıyla insanlığın var olmaması anlamına geleceğini belirlemişlerdir.
Kasım 1998'de dünyaca ünlü astronomi dergisi "The Astronomical Journal"da yayınlanan son astronomik çalışmalardan birinde de Güneş Sistemimiz'deki olağanüstü tasarım, "temel bulgularımız Güneş Sistemi'ndeki uzun süreli kararlılık ve dengenin sağlanması için bir tür "temel dizayn"a ihtiyaç olduğunu göstermektedir"ifadesiyle vurgulanmaktadır:
Kısacası Güneş Sistemi'nin yapısı da insan yaşamı için olağanüstü özel bir tasarımla düzenlenmiştir.
Allah'ın bu üstün yaratışı, Kuran'da birçok ayetle haber verilmiş ve insanlara bu mucizevi yaratılış üzerinde düşünmeleri emredilmiştir:
Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesizbunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12)

Işığın Bilinmeyen Özellikleri

Acaba bizim için dünyayı, daha doğrusu yaşadığımız her yeri görünür kılan ışığın özellikleri nelerdir? Bu soruya yanıt bulmak isteyen bilim adamları, yıllar süren araştırmalar yapmış olmalarına karşın, tam ve net bir sonuca ulaşamamışlardır.



Işık konusunda tartışılan temel nokta, ışığın foton adlı parçacıkların oluşturduğu bir katar şeklinde mi, yoksa dalgalar halinde mi yayıldığıdır. Kaba bir benzetmeyle ışık, bir yerden bi yere, bilardo topları gibi mi, yoksa sahile vuran dalgalar gibi mi hareket etmektedir? Işık, bazen tıpkı havuza atılan bir taşın su yüzeyinde oluşturduğu dalgalanmalar gibi yayılmakta, bazen de sanki maddi parçacık özelliği taşımakta ve pencere camına vuran yağmur damlaları gibi aralıklı darbeler halinde gözlenebilmektedir. Bu ilginç durum sadece ışık için değil, atomun temel parçacıklarından biri olan elektron için de geçerlidir. Elektron da hem parça, hem de dalga özelliği gösterebilmektedir. Bu durum, bilim dünyasında akla yeni sorular getirmiştir. Bu sorular, ünlü Kuramsal Fizik Profesörü Richard P. Feynman'ın şu sözleriyle açıklık kazanmaktadır: "Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını artık biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga gibi davranırlar desem, yine aynı şey. Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler. Teknik olarak buna "kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz. Bu, daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir...

Bir atom, bir yayın ucuna asılmış sallanan bir ağırlık gibi davranmaz. Küçücük gezegenlerin yörüngeler üzerinde hareket ettikleri minyatür bir güneş sistemi gibi de davranmaz. Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde davranır. En azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de "acayiptir", ama aynı şekilde. Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayli hayal gücü gerektirir; çünkü açıklayacağımız şey bildiğimiz her şeyden farklıdır." Bilim adamları, elektronların bu hareketini hiçbir şekilde açıklayamadıkları için, buna yeni bir isim takmışlardır: "Kuantum Mekaniksel Hareket". Bu noktada görülen mükemmelliği, yine Profesör Feynman, "…kendinize sürekli 'Ama bu nasıl olabilir?' diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor" sözleriyle dile getirmektedir. Ancak, Feynman'ın bahsettiği "çıkmaz sokak", aslında 'çıkmaz' değildir. Burada bazılarının bir türlü işin içinden çıkamamalarının sebebi, ortadaki açık delillere rağmen, bu inanılmaz sistemleri ve dengeleri yaratan üstün ilim sahibi Allah'ı gerektiği gibi tanıyıp takdir edememeleridir.
Halbuki, durum son derece açıktır: Allah evreni yoktan var etmiş, kusursuz dengelere dayalı ve örneksiz olarak yaratmıştır. İçinden bir türlü çıkamadıkları, kavrayamadıkları, bilim adamlarının her fırsatta "Ama bu nasıl olabilir?" diye kendi kendilerine sordukları sorunun cevabı; her şeyin Yaratıcısı'nın Allah olduğu ve her şeyin O'nun yalnızca "OL" demesiyle var olduğu gerçeğinde yatmaktadır.

Allah bu kesin gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle bildirir:

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) Yaratan'dır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)

Işığın hem parçacık hem de dalga özellikleri göstermesi, teknoloji açısından hayati bir öneme sahiptir. Görülür ışığı oluşturan renk renk ışıklar, farklı dalga boylarına sahiptir. Bu ışıkların dalga boyları santimetrenin milyonda 75'i ile 39'u arasında değişir. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez) 20. Yüzyılın tanınmış bilim adamlarından Isaac Asimov, ışığın dalga boylarındaki bu hassas ayarın önemini şöyle açıklar: "Dalga boylarının kısa olması oldukça önemlidir. Işık dalgalarının düz çizgi yolu boyunca seyretmesi ve keskin gölgelere yol açmaları çevremizdeki olağan cisimlerden daha küçük oluşlarındandır. Karşılarına çıkan cisim, dalga boyundan daha büyük olmadığı takdirde, o cisimlerin çevresini dolaşıp içine alabilir. Örneğin, bakteriler bile ışığın bir dalga boyu uzunluğundan çok daha büyüktürler; böylece, ışık onları mikroskop altında keskin biçimde belirler." Işığın, dalga özelliğine ek olarak parçacık özelliği göstermesi, teknolojide faydalanılması noktasında hayati bir öneme de sahiptir. Dalga hareketi hep belirli bir ortam içinde gerçekleşir. Mesela, sesin yayılabilmesi için havanın varlığı şarttır. Ses boşlukta yayılmaz. Eğer ışık da hep dalga özelliği gösterseydi; Güneş'ten kaynaklanan ışıklar uzayda ilerleyemeyecek ve tüm evren karanlığa gömülecekti; yaşam olmayacaktı. Ancak alemlerin Rabbi Allah yarattığı herşeyi varlıkların ihtiyaçlarına en uygun şekilde varetmiştir.

Putperesliğin Geri Dönüşü: Faşizm

Geçmişte, Almanya, İngiltere gibi faşist eğiten ve sonra kendi eğittiği faşistlerle mücadele etmek için çırpınan devletler büyük bir çelişki içine düşmülerdir. Bu, zehirli yılanları dev çiftliklerde besleyip, sonra bunları insanların arasına atıp, yılanlar insanları öldürmeye başlayınca da, "bunlar neden insanları öldürüyor?" diyerek, tek tek yılanları toplayıp mücadele ettiğini söylemek gibi bir çelikidir. Bir yandan zehirli yılan üretip bir yandan da "iyi takip ve iyi bir yakalama yöntemi ile bunları insan- ların arasından ayıklayacağız" demek, bir saçmalıktır. Çözüm, yılanların üretildiği çiftliği yok etmektir.

Faşizm, 20. yüzyılda doğmuş ve yayılmış bir ideoloji olarak bilinir. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından dünyada hızla yayılmış, insanlar faşist yönetimlerin iktidarı ele geçirdiği ülkelerdeki baskıcı ve şiddet yanlısı uygulamalar yüzünden çok büyük acılar çekmişler ve görülmemiş vahşetlere maruz kalmışlardır.

Faşist Kültürün Pagan Kökenleri

19. yüzyıl Avrupasında temelleri atılan çağdaş faşizm, insanlara din tarafından öğretilen güzel ahlaka karşı çıkan ve bunun yerine paganların ırkçı, kan dökücü, zalim kültürünü yeniden uyandırmak isteyen ideologların bir ürünüdür. Fransız Devrimi ile başlayan neo-pagan akım, Friedrich Nietzsche ile şekillenmiş ve oradan da Nazi ideolojisine aktarılmıştır. Charles Darwin, Francis Galton ve Ernst Haeckel gibi evrimciler ise, Allah'ın varlığını inkar ederek, tüm hayatı bir "yaşam mücadelesi" gibi göstererek ve ırkçılığı meşrulaştırarak, yükselen bu yeni putperestliğe sözde bilimsel bir destek vermişlerdir.

Hıristiyanlık öncesindeki Avrupa kültürünün en temel özelliği, pagan inançlara, yani çok-tanrılı dinlere sahip olmasıydı. Avrupalılar, ibadet ettikleri bu sahte ilahların kendilerine hayatın farklı yönlerinde yol gösterdiğine ve yardım ettiklerine inanıyorlardı. Bunların en önemlileri arasında ise, hemen her pagan toplumda sözde savaş tanrıları yer alırdı. Pagan inancında savaş tanrılarına gösterilen bu rağbet, bu kültürde şiddetin kutsal görülmesinin bir sonucuydu. Pagan kavimler birer barbar toplumuydular ve daimi bir savaş atmosferi içinde yaşıyorlardı. Kavim adına öldürmek, kan dökmek, kutsal bir görev sayılıyordu.
Şiddetin ya da vahşetin hemen her türü, pagan dünyasında kendisine meşru bir yer bulabiliyordu. Şiddeti yasaklayan, bunun yanlış olduğunu açıklayan hiçbir ahlaki kaynak yoktu. Pagan dünyasının en "medeni" devleti sayılan Roma bile, insanların vahşi hayvanlara parçalatıldıkları ya da ölümüne dövüştürüldükleri arenaların diyarıydı. Ayrıca Vandallar, Gotlar, Vizigotlar gibi Kuzeyli barbar pagan kavimler çok daha vahşiydiler. Yalnızca kaba kuvvetin geçerli olduğu, bu kuvvetin her türlü kullanımının ahlaki sayıldığı, hatta ciddi bir ahlak kavramının bile olmadığı bir dünyaydı “Pagan Dünyası”...


Faşizmin Din Ahlakı Karşısındaki Geri Çekilişi

Avrupa'ya hakim olan faşist-pagan kültür, 2. ve 3. yüzyıllarda Hıristiyanlığın önce Roma'ya sonra da tüm Avrupa'ya yayılmasıyla birlikte kademeli olarak ortadan kalktı. Hıristiyanlık, her ne kadar önemli tahrifatlara uğramış da olsa, Hz. İsa'nın insanlara tebliğ ettiği hak dinin temel ahlaki özelliklerini Avrupa toplumlarına taşıdı. Daha önceden şiddeti, çatışmayı, kan dökmeyi kutsal ve meşru sayan, sürekli birbiriyle çatışan farklı kabilelerden, ırklardan, şehir devletlerinden oluşan Avrupa, üç önemli değişim geçirdi:


  • Irkçılık ve kabile savaşları ortadan kalktı:
  • Şiddet yerine barış ve merhamet kavramları kutsal hale geldi:
  • İnsanı bir hayvan türü olarak gören anlayış ortadan kalktı


Bu üç maddede belirtilen gelişmeler, paganizmin temel eğilimlerinin Hıristiyanlık tarafından yenilgiye uğratılması ile sağlanmıştı.

Faşizmin Doğuşu ve Neo-Paganizm

Avrupa'daki pagan kültürü Hıristiyanlık tarafından bastırılmasına rağmen ölmemiştir. Çeşitli öğretilerle, bazı tarikatlarla, masonluk gibi gizli örgütlerle yaşamaya devam etmiş ve Avrupa tarihinin 16. ve 17. yüzyıllarında yeniden belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Neo-paganizm, yani yeni-paganlık denebilecek olan bu akım, çok uzun bir süreç sonucunda giderek güçlenmiş ve 19. yüzyılda da Hıristiyanlığa karşı üstün gelerek Avrupa'yı fikren etkisi altına almıştır.

Neo-paganizmin ilk öncüleri, "Hümanistler" olarak bilinen düşünürlerdir. Bu kişiler, eski Yunan kaynaklarından etkilenerek Platon, Aristo gibi düşünürlerin pagan felsefelerini benimsemiş ve yaymaya çalışmışlardır. "Hümanizm" kavramıyla ifade ettikleri inanış ise, Allah'ın varlığını ve insanın Allah'a karşı sorumluluğunu göz ardı eden, insanı tek başına üstün ve yüce bir varlık olarak tarif eden sapkın bir felsefedir. Hümanizm'in etkileri 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma felsefesiyle daha ileri boyutlara varmıştır. Aydınlanma felsefecileri, eski Yunan'da gelişmiş bir felsefe olan materyalizmi benimsemişler ve hararetle savunmuşlardır (Materyalizm, Leucippus ve Democritus gibi Yunan düşünürleri tarafından ortaya atılan, herşeyi maddeden ibaret sayan dogmatik bir felsefedir.)

Paganizmin yeniden doğuşu, Aydınlanma felsefesinin siyasi sonucu olarak kabul edilen Fransız Devrimi'nde çok belirgin bir şekilde ifade edilmişti. Fransız Devrimi'nin kanlı "terör" dönemine liderlik eden Jakobenler, Hıristiyanlık yerine paganizmi benimsiyor ve Hıristiyanlığa karşı da büyük bir nefret körüklüyorlardı. Devrimin en ateşli günlerinde Jakobenlerin yoğun propagandası sonucunda yaygın bir "Hıristiyanlıktan çıkma" hareketi gelişti. Bu gelişmenin çarpıcı bir sonucu olarak, ünlü Notre Dame Kilisesi'nin duvarlarındaki Hıristiyan figürleri sökülmüş ve orta yere sözde "akıl tanrıçası" olarak tanımlanan bir kadın heykeli, yani pagan bir put yerleştirilmişti. Bu pagan eğilim, devrimciler tarafından çeşitli sembollerle de ifade ediliyordu. Fransız devriminde devrimci muhafızlar tarafından giyilen ve pek çok illüstrasyonda devrimin sembolü olarak kullanılan kırmızı başlık, pagan dünyasındaki Mitra efsanesinden miras kalan putperest bir semboldü (Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Mystics, Templars, Masons and Occult Societies, 1989, s. 23)

Pagan kültürünün bu şekilde yeniden doğması ve Avrupa'ya fikren hakim olmaya başlaması, pagan dünyasına ait bir sistem olan faşizmin de yeniden doğuşunun yolunu açıyordu. Nitekim Nazi Almanyası, bu pagan kültüre dayanacaktı. Ancak 18. yüzyıl sonundaki Fransız Devrimi'nden 20. yüzyıl başındaki Nazi Almanyası'na gitmek için, bazı önemli kültürel değişiklikler gerekiyordu. Bu değişiklikler 19. yüzyıldaki bazı düşünürler tarafından gerçekleştirildi. Bunların en önemlisi, Charles Darwin'di.

Darwinizm ve Pagan "Evrim" Hurafesinin Canlanması

Pagan dünyasına ait olan, ancak 18. ve 19. yüzyılda yeniden Avrupa'ya taşınan batıl inançların en önemlisi, tüm canlıların tesadüfler sonucunda ve birbirinden türeyerek oluştuklarını öne süren "evrim teorisi"ydi. Allah'ın varlığının farkında olmayan, bunun yerine kendi uydurdukları sahte ilahlara tapınan paganlar, canlıların ve insanın nasıl oluştuğu sorusuna "evrim" diye cevap vermişlerdi. Kısacası Darwinizm'in iki temel unsurundan biri, yani canlıların tesadüflerle birbirlerinden türedikleri varsayımı, doğrudan pagan felsefesinin ürettiği bir iddiaydı. Darwin'in teorisinin ikinci önemli unsuru olan "yaşam mücadelesi" kavramı da yine pagan bir inanıştır. Doğadaki canlılar arasında bir yaşam savaşı olduğu tezini ilk öne sürenler Yunan felsefecilerdir.

Pagan düşünürler tarafından, deneye ve gözleme değil, soyut akıl yürütmeye dayanılarak ortaya atılan evrim fikri, 18. yüzyıl Avrupası'nda yeniden yankı bulmuştu.

Darwinizm'in Faşizme Oluşturduğu Zemin

Sümer ve Yunan paganlarından miras kalan "Evrim" efsanesi, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıyla Batı dünyasının gündemine geldi. Darwin, bununla ve daha sonra yayınlanacak olan İnsanın Türeyişi isimli kitabıyla, Hıristiyanlıkla birlikte Avrupa'dan silinmiş olan bazı pagan kavramları yeniden gündeme getiriyordu. Hem de bunları "bilim" kılıfı içinde meşrulaştırıyordu. Darwinizm'in meşrulaştırdığı -ve sonradan faşizmin doğuşuna zemin hazırlayacak olan- pagan kavramlar, şöyle sıralanabilir. Darwinizm;


Doğal seleksiyon, yaşam mücadelesi ve kayırılmış ırkların korunması kavramlarıyla ırkçılığa meşruiyet kazandırıyordu.

Doğada ölesiye bir yaşam mücadelesi olduğunu iddia ederek kan dökücülüğe meşruiyet kazandırıyordu:

İnsan katliamına yolaçan biyolojik ıslah (öjeni) kavramını yeniden gündeme getiriyordu.


... Darwinist doktrinler gücü, statüyü, elitizmi, saldırı ve
zorbalığı onayladı. Kültürler, cinsiyetler, sınıflar ve ırklar arasındaki farklılıklar, insanın ayıklanma mücadelesinde sabit biyolojik ayrımlara indirgendi. Darwin'in savaş modeli, savaşları ve emperyalist mücadeleyi "biyolojik bir gereklilik" olarak göstererek askeri ve ırkçı uygulamaları haklı çıkardı (Paul Crook, Darwinism, War and History: The Debate over the Biology of War from the `Origin of Species' to the First World War, 1994, s. 6)

Darwin, "Türlerin Kökeni"ni çatışma ve savaş olarak göstermiş ve insanların da hayvanlardan evrimleşmiş bir "tür" olduğunu ileri sürmüştü. Bu aldatmaca, savaş çığırtkanlığının, kan dökme ideolojisinin, kısacası faşizmin çığ gibi büyümesine neden olacaktı.

Nazi Almanyası: Neo-Paganizm Uygulaması

Amerikalı tarihçi Gene Edward Veith, Modern Fascism: Liquidating the Judeo-Christian Worldview (Modern Faşizm: Hıristiyan-Yahudi Dünya Görüşünün Yok Edilmesi) başlıklı kitabında faşizmi şöyle özetler: "Faşizm, modern dünyanın paganizme duyduğu özlemdir. Faşizm, bir kültürün Allah'a olan isyanıdır (Gene Edward Veith, Modern Fascism : Liquidating the Judeo-Christian Worldview, 1993) ."

Nazizm, bu gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Naziler, gerek örgütlenme aşamalarında, gerekse 1933'te başlayan iktidarları boyunca, paganizmi savunmuşlar ve Alman toplumunu Hıristiyanlıktan kopararak, pagan inançlara geri döndürmeye çalışmışlardır. Nazi iktidarı sırasında, pagan kültürünün yeniden uyandırılmasına yönelik pek çok uygulama devreye sokulmuştur. Öğrencilere okullarda sözde "Hıristiyanlık öncesindeki şanlı Alman tarihi" öğretilmiş, Nazi Almanyası'nın dört bir yanında pagan kültürden miras kalan çeşitli ayinler ve törenler düzenlenmiştir. Gerçekte Nazilerin bütün toplantı ve törenleri klasik bir pagan ayini şeklindedir. Yanan meşalelerin gölgesinde, şiddet ve nefret dolu sloganlarla yapılan, Wagner'in pagan müziğiyle desteklenen Nazi gösterileri, binlerce yıl önce pagan tapınaklarında ve sunaklarında yapılan sapık törenlerden farksız gibidir. II. Dünya Savaşı'da 55 milyon insanın ölümüne neden faşizm günümüzde ise özellikle Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde yaygın bir rejim olarak, Batı dünyasında ise giderek güçlenen ırkçı eğilimlerle ve neo-Nazi örgütlerle karşımıza çıkmaktadır. Adı tam olarak koyulmasa da aslında dünyanın pek çok ülkesinde perde arkasında yaşanan rejim faşizmdir. Faşist kültür, bir yandan da pek çok ülkede "sokaklara" yayılmakta, şiddetten ve kan dökmekten hoşlanan barbar kitleler meydana getirmektedir. Bu nedenle, tüm dünya çapında "faşizme karşı bir mücadele" gerekmektedir (Harun Yahya, Darwinizm'in Kanlı İdeolojisi Faşizm)

Ancak temelinde; paganizm, Darwinist "çatışma" kavramı ve Darwinist ırkçılık olan faşizmi yenmek için, öncelikle ona fikri temel oluşturan Darwinizm'i anlamak gerekmektedir. Oysa sistem aksi yönde işlemekte, birçok Batılı devlet, kendi okullarında Darwinist bir eğitim vererek faşistleri kendi elleriyle imal etmektedirler. Dolayısıyla Almanya, İngiltere gibi faşist eğiten ve sonra kendi eğittiği faşistlerle mücadele etmek için çırpınan devletler büyük bir çelişki içindedirler. Zehirli yılanları dev çiftliklerde besleyip, sonra bunları insanların arasına atıp, yılanlar insanları öldürmeye başlayınca da, "bunlar neden insanları öldürüyor?" diyerek, yılanları toplayıp mücadele ettiğini söylemek gibi bir çelişkidir bu. Bir yandan zehirli yılan üretip bir yandan da "iyi takip ve iyi bir yakalama yöntemi ile bunları insanların arasından ayıklayacağız" demek, bir saçmalıktır. Çözüm, yılanların üretildiği çiftliği yok etmektir.

Faşizmin ortadan kaldırılması için, bu ideolojinin sözde bilimsel temeli olan Darwinizm çürütülürken, bir yandan da insanlara sevgi, şefkat, merhamet, tevazu, hoşgörü, adalet gibi temel ahlaki kavramların öğretilmesi ve aşılanması gereklidir. Bu kavramların kaynağı ise yüce kitabımız Kuran'-ı Kerim'dir. Faşizmin temeli olan pagan ahlak insanlara savaşı, şiddeti, kan dökmeyi, ırkçılığı telkin ederken, Allah'ın bizler için belirlediği Kuran ahlakı, barış ve huzur dolu bir dünyanın temellerini tesis etmektedir.

Umulur ki bu gerçekleşecek ve Allah'ın "...yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?" (Hud Suresi, 116) ayetiyle işaret ettiği Kuran ahlakına sahip müminler, dünyadaki faşist bozgunculuğu 21. yüzyılda Allah'ın izniyle bertaraf edeceklerdir.